İstanbul'da Turist Olmak
Hafta başında erkek kardeşim geldi İstanbul'a. Dün itibariyle biten eğitimlerim, o geldiğinde devam ediyordu. Haliyle evden sabah çıkıp akşam geliyordum. E gelince de yemek hazırla, bulaşıkları toparla derken iki sohbet ve hemen ardından uyku bastırsın, uyu çıkmazından kurtulamıyordum. O yüzden geldiğinde ilk iki günümüz öylesine heba oldu. Kaldı bize sonraki iki gün. İstanbul'a ilk gelişi değildi ama daha öncekilerde kıştı, yağmurdu, çamurdu çok öyle turist gibi gezememiştik. Her yere gitmiştik ama özellikli bir gezi olmuyordu hiçbiri. Bu kez havalar bahar gibiydi ve biz de İstanbul'da turist olmak nasıl bir duyguymuş bunu deneyimleyelim, her şeyi baştan alalım dedik.
Şapkamı, gözlüğümü de taktığıma göre artık bir turistim. Zaten bizimki de sarışın, renkli gözlü birşey. Oldu bu iş!
İlk gün için çok yorucu olmayan ama tadı damağımızda kalacak bir rota çizdik.
Yerebatan Sarnıcı, Sultanahmet, Gülhane Parkı ve oradan da ver elini Pierre Loti.
İki yıldır İstanbul'dayım ama Yerebatan Sarnıcı'na daha önce hiç gitmemiştim. İçeri girince kendi kendime ''neden daha önce gelmedim ki'' dedim durdum.
Hep böyle olmaz mı zaten? Yaşadığın yerde görmediğin bir dolu şey vardır ama nedense bir türlü fırsatın yoktur. Fırsatın varken de muhtemelen sık sık yaptığın favori şeyleri tekrarlarsın. Daha iyi bir fırsat yakaladığında da daha uzak rotalar çizersin ve sonuç olarak gözünün içine bakan, ve şehrinde keşfedilmeyi bekleyen yerlere bir türlü yolun düşmez.
Sultanahmet’e ilk gelişim değil neyse ki. Daha önce İstanbul’da gerçekten turist olduğum zamanlarda da uğramıştım. İlk defa İstanbul’a geldiğimde Sultanahmet Camii’nin içine hayretle bakakalmıştım. Sonrasında yine aynı döngü. Etrafından geçip hiç uğrayamadım. Bir kaç kere daha bahçesinde gezindiğim oldu ama içine tekrar girmedim. Kardeşimin görmesini çok istediğim için Yerebatan’dan çıktıktan sonra hemen yönümüzü dibimizdeki Sultanahmet’e çevirdik.
Havayı güzel bulduğumuzda onunla kendimizi parklara vurma huyumuz vardır. Aslında bu benim huyumdur ve sanırım kardeşime de zorla geçirdim. İçecek birşeyler almak, bir kaç kitap sayfası çevirmek, çimlerde, mis gibi bir havanın altında, parkta… Hayal edince bile bana keyif veren birşey bu.
Maçka’yı ben de çok severim, o da mesela. Yine Maçka’ya gidelim dediğinde bu kez bi değişiklik yapıp Gülhane Parkı’nı keşfedelim dedim. Bu sefer kitaplarımızı evde bırakmıştık.
Eminönü’ne yürüdük. Tarihi çarşıda bizi içeri çekmek için dil döken lokantalardan birinde oturup bir güzel karnımızı doyurduk. İskelenin oradan otobüse binecektik. Mısır çarşısına doğru yürürken karşımıza İş Bankası Müzesi çıktı. Gideceğimiz yerleri araştırırken internette hakkında biraz okuyup, ‘’peeh, gidecek hiç bir yer kalmadığında gideriz belki’’ demiştik. Ama şimdi karşımıza çıkınca ve kapanmasına 10 dakika kaldığını görünce hızlıca içeride ne var ne yok bir bakalım dedik. Güvenlik görevlisi, ‘’çok az zamanınız var o yüzden doğruca yazarkasa bölümüne gidin orası çok güzeldir’’ dedi. Haklıymış. Nitekim şöyle şeyler gördük ve fotoğrafladık on dakika içinde. Çıkarken tekrar gelmek lazım dedik. Aklınızda olsun, bir uğrayın derim.
Sırada Pierre Loti tepesine çıkıp şu yaşadığım İstanbul’a tadını çıkara çıkara yukarıdan bakmak vardı. Öyle kaçak göçek İstanbul üzerinde uçmaya benzemiyor böylesi. Eminönü’nden Pierre Loti’ye gelene kadar maruz kaldığımız müthişli trafik bize turistçilik oyunumuzun iyi bir fikir olup olmadığını sorgulatmadı desem yalan olur. Nihayet otobüsten indiğimizde ve teleferik ile Pierre Loti’ye çıktığımızda ve şu manzaraya durup baktığımızda kardeşim ‘’Buna değdi be!’’ dedi. Bana da bunu duymak yetti.
Normalde Türk kahvesi hiç sevmem. Çok ısrar edilmedikçe, birinin hatrı söz konusu değilse içmem. Ama Pierre Loti’de başka birşey içilmemeli gibiydi. Mis gibi kahve kokusu vardı etrafta ve ben de kendimi bu atmosfere kaptırmak istedim. Böylece bol köpüklüsünden bir Türk kahvesi uzun zaman sonra ilk kez İstanbul’a karşı içiliyordu.
İkinci günün sabahında ayaklarımız pertti. Kesinlikle ikimiz de pert olmuştuk. Bakmayın ikinci günün sabahı dediğime, biz uyanana kadar az daha öğle oluyordu. Bir gün öncenin uzun uzadıya yapılan turistik yürüyüşleri canımıza okumuştu. Uyuşuk bir şekilde yapılan ev kahvaltısı sonrası bu kez daha sakin bir tur rotası çizdik.
Daha önce de bahsetmiştim. İstanbul denilince aklıma gelen ilk figür, Galata Kulesi. Galata Kulesi’ni seviyorum. Onu görmeyi seviyorum. Beyoğlu sokaklarını seviyorum. Ama en çok da karşıma Galata Kulesi’ni çıkaran bu sokağı seviyorum.
Bu kez kuleye çıkmak için neredeyse hiç sıra yoktu. O yüzden en sevdiğimiz şey olan İstanbul’a yukarıdan bakma işini bugün bir de Galata’dan yapalım dedik.
Avare dolaştık sonrasında. Akşamı ettik ve günü keyifle ve az yorgunlukla bitirmenin haklı gururunu yaşadık.
Gün sonunda şunu diyordum; ‘’Neredeyse İstanbul’u sevdiğimi fark edeceğim’’.
Ertesi gün kardeşimi uğurlayacaktım. Normalde evim Atatürk Havalimanı’nın dibinde hatta neredeyse apronda. Düşünün yani o kadar yakınım. Ama gideceği gün Atatürk Havalimanı’ndan uçuş olmadığı için mecburen bileti Sabiha Gökçen’den aldık. Ve böylece akşamki uçuşa kadar tüm günümüzü sokakta, yollarda geçirdik. Gidiş için tam 3 saat yoldaydık. Ve bu gidişin bir de benim için dönüşü vardı elbette. Eve vardığımda, darmadağın olmuştum. İki gün süren şımarık turist turumuzda az daha Galata Kulesi’nin tepesinden ‘’Sevilesisin be İstanbul’’ diye bağıracak olan ben, eve geldiğimde bayılmak üzereydim. Elim ayağım yorgunluktan titriyordu. Trafikten, aktarmalardan ve insan kalabalığından içim dışıma çıkmıştı. İki günün ardından ‘’çat’’ diye acı gerçeğin suratıma tokat attığını hissettim.
‘’Sen turist değilsin. Burası İstanbul. Ve öyle yukarıdan bakmakla olmaz. Hadi şimdi geçmiş olsun.’’
Sevgiler,
İlham Kedisi
Üniversite yıllarıma gittim bu yazınızla. Teşekkürler...
YanıtlaSilSadece Kadıköy'ü biraz gezmişliğim ve Haydarpaşa Garını (İst.daki en sevdiğim yapıt) uzaktan görmüşlüğüm var.Bu yazıyı okuyup fotoğraflara bakınca İstanbul'u baştan sona gezme isteğim tavan yaptı.Özellikle Galata Kulesi,tepende fotoğraf çektirmek istiyoruuum!!! :'D
YanıtlaSil